8 Haziran 2016 Çarşamba

Posted by uçan adam Posted on 23:21 | No comments

MOĞOLİSTAN'DA BİR ÇADIR

 Bir gezginin gözünden moğolistan bozkırlarını görebilirsiniz...


Posted by uçan adam Posted on 23:09 | No comments

Türk Kültür Çevresinde Kımız


Prof. Dr. İlhami DURMUŞ

     Kımız kısrak sütünden yapılan bir içecektir. Türklerin en çok kullandığı bir içecek türüdür.Türklerin yaşadığı coğrafyalarda kımız bulunmaktadır. En eski devirlerden günümüze Türkler tarafından kullanılmıştır. Eski Türk topluluklarından İskitlerHunlar ve Gök Türklerkımıza büyük önem vermişlerdir. Günümüz Türk toplulukları arasında Kırgızlar, Kazaklar, Yakutlar vb. kımız kullanmaktadır.

     Araştırmacılar kımızın Türk icadı olduğunu belirtmektedir. Kımız özel günlerde, toplantılarda, törenlerde çok tüketilen bir içecek olarak bilinmektedir. Yılın belirli dönemlerinde yapılan toplantılarda kımız içilmiştir. Özellikle her yıl Bahar Bayramında bol miktarda kımız içildiği anlaşılmaktadır.

     Kımız insanı besleyici ve güçlendirici bir özelliğe sahiptir. Onun birçok hastalığı tedavi ettiği belirlenmiştir. Kımızın mide, bağırsak, akciğer rahatsızlıklarına iyi geldiği ve bağışıklık sistemini güçlendirdiği anlaşılmıştır. Kımızın birçok derde deva olduğu –günümüzde olduğu gibi-  eski dönemlerde de biliniyordu. Kımızın önemi yalnız yazılı kaynaklarda değil, destanlar ve şiirlerde de belirtilmiştir.

     Kımız bir Türk içeceği olmasına rağmen, başka milletler tarafından da tanınmıştır. Onun şifa verici özelliği bilindiğinden, hastaların tedavi edilmesine gayret edilmiştir. Kımız hem günlük hayatta hem de hastalıkların tedavisinde en çok tüketilen içecek olmuştur. Kımızın önemi özelliklerinin bilinmesiyle daha da artmıştır. Günümüz Türk toplulukları tarafından bol miktarda kımız üretilip tüketilmektedir.

     Kımızın türleri de bulunmaktadır. Çocuk, kadın ve erkeklerin içtiği kımız birbirinden farklıdır. En keskin kımızı kahramanlar içmektedir.
Posted by uçan adam Posted on 23:08 | No comments

SAHA (YAKUT) KÜLTÜRÜNDE AT VE ATÇILIK



Doç.Dr. YURİY VASILYEV-CARGISTAY

      Saha Türkleri , Türk dünyasının en uzağında, en kuzey ve en doğu ucunda, Sibirya'da, Buz denizinin kıyısında yaşıyorlar. Onların günümüzde yaşadığı vatanları uçsuz bucaksız ormanlar, büyük dağlar, geniş tunduralar, 1,5 km. kalınlığında buz tutmuş topraklardır. Kış 8-9 ay sermektedir. Bu ülkede kışın güneş aylarca doğmaz, yazın ise hiç batmaz. Yakutistan kadar sert iklime sahip bir başka ülke dünya üzerinde yoktur.

      Yakutistan elmasın, altının, gümüşün, petrolün, doğalgazın, taş kömürün, demirin, kalayın, uranyumun yurdudur. Bu geniş ormanlar, 700 bin gölün bulunduğu ve değerli av hayvanlarının yaşadığı yerdir. Dünyanın 10 büyük nehrinden biri olan Lena, Yakutistan'dadır ve bu nehrin okyanusa dökülen ağzı 15 km. genişliğindedir. Bu topraklarda yaşayan Saha halkının Oğuz ve Uygur kokenli diller,zengin halk edebiyatları, binlerce yıl oncesine dayanan inançları vardır.

      Saha milletinin gururu ve sembolu güneş, at, kımız, kopuzdur. Sahalarda at kutsal bir hayvandır.Saha inançlarına göre atın tanrısı olan Cohogoy-Toyon, dokuz katlı kutsal göğün üçüncü katında güneydoğu tarafında bulunur. Sahaları ve atları korur.

     Bunun dışında, Sahalarda Atın oğlu Duray-Bahadır, Dolgan-Sahalarda da Atın oğlu Atalamii-Bahadır adlı Olonho Destanları vardır.

     Ata saygıya, Sahalann inançlarında, ayinlerinde çok rastlanır. Mesela, Ihtax bayramı Sahalann yeni yılı, kımız bayramıdır. Buraya gelen adamlar sert kımızı zevkle içer, at etini doyasıya yerler. Ihtax'ta kısrak sütünden yapılan kımızı içmek için pek çok kap kullanılır. Bu kapkacaklar ağaçtan, deriden ve ağacın kabuğundan yapılır.
Posted by uçan adam Posted on 23:06 | No comments

Türkçe'de ilk Kültür Sözcükleri



Prof. Dr. Vecihe Hatipoğlu

      Türk lehçelerinde, "Tanrı ve gök" anlamında geçen "tengri" sözcüğü ile, Sümercede yine "Tanrı ve gök" anlamında kullanılan "dingir" sözcüğü arasında, anlam, ses ve biçim birliği ya da çok yakınlığı ortaya çıkınca Türk toplulukları ile Sümer topluluklarının nasıl, nerede birlikte yaşadıkları yahut çok yakın bulundukları sorunu da ortaya çıkar. Bu çok önemli sorun yıllardır çözüm beklemektedir. Bu durumda, ele alınacak, inccelenecek sözcükler, sorunun çözülmesine yardımcı olacaktır.

      
Dingir/Tengri gibi sözcükler dışında, yer adları ve kişi adları da ele alınmalıdır. "Ur, Urug/Uruk" gibi yer adları Türkçedeki "ur-mak" eylemiyle ilgil görünmektedir. "Ur=tohum, soy", "Urug" da "soy, kabile" anlamını verdiği gibi "yapılmış, inşa edilmiş" anlamını de verebilir. Orhun yazıtlarında "urmak", "inşa etmek" anlamındadır. Orhun Yazıtları hakkında "urtım=inşa ettim" eylemi kullanılmıştır. Prhun Yazıtları'nda bir de "urugsıratmak" sözcüğü geçer ki "soysuz kılmak, soysuz bırakmak" anlamıyle birlikte "yuvasız, yurtsuz, kentsiz bırakmak" demektir. Buna göre Sümercedeki" Ur, Urug" gibi yer adları Türkçedir. Ayrıca Sümerce ile Türkçe arasındaki kişi adları da dikkati çeker : "Kılkamış" gibi "Toktamış,Kutulmuş, Odgurmuş" biçimindeki, tarihin Türk-Selçuk adları da gözden uzak tutulmamalıdır.

       
Sümercede "gibi" anlamında "gim, kim" sözcükleri de kullanılmıştır. Halbuki Orhun ve Uygur Türkçesindeki "gibi" yerine "teg" sözcüğü kullanılmıştır. Demek ki "gibi" anlamında Anadolu'da kullanılan "kimi, kimin" sözcükleri de Sümerce "gim,kim" sözcükleriyle aynıdır ve "gibi" ile köken birliği vardır. Sümerce'de "göz" anlamında "igi" sözcüğünde de ikizleme için kullanılan sondaki "-z" sesi, "gö-z" biçiminde ek olarak gösterilirse iki sözcük arasında da yakınlık ortaya çıkar. Sümerce'de "yaşem, hayat,can" anlamında geçen "din" sözcüğü de Uygur Türkçesinde "tin, tınlı=tın-lı, tınlılar=can, canlı, canlılar" biçiminde kullanıldığı gibi Türkiye Türkçesinde de "dinlenmek=din-le-mek" sözcüğünde de kök olarak kendini göstermektedir. Orhun'da ve Uygurca'da "ab, eb", Sümercede "eb, e", "dag" sözcüğü de "taş, dağ" demektir.

12 Temmuz 2015 Pazar

Posted by uçan adam Posted on 12:11 | No comments

YAVUZ SULTAN SELİM VE SÜSLÜ ELBİSE


Rivayete göre Yavuz Sultan Selim kıyafetine pek dikkat etmez, elbisesi eskidiği halde yeniletmezmiş. Bu yüzden devlet ricali gerek saygı dolayısıyla, gerekse kendisinden çekindikleri için huzuruna yeni ve süslü elbiselerle çıkmaya çekinirlermiş. Padişahın elbisesi gitgide fersudeleşir, lakin kimse bunu kendisine hatırlatmaya cesaret edemez. Bir ara padişah ve vezirleri adamakıllı kılıksızlaşmışlar. O sırada bir kafir elçinin geleceği haber alınır. Bunu fırsat bilen Sadrazam, bin bir korku ile hükümdara;
- Efendimiz, der. Bu kafir makulesi, akl-ı kesirleri muktezasınca zehirbin olup alayişe ziyade nazar ederler. Layıktır ki, siz Padişahımız dahi…

Yavuz onun maksadını anlar ve sözünü keser;

- Ha… Evet! Öyle yaparız. Hem siz dahi bir hoş ziynetlu libas tedarik eylen!

Vezirler sevinir ve süslü elbiseler diktirip hazırlanırlar. Padişah ayrıca elçiyi kabul edeceği zaman tahtın ayak ucuna bir yalın kılıç konmasını emreder. Her şey hazırdır. Vezirler, başta Sadrazam bulunduğu halde muhteşem elbiseleriyle tahtın etrafında yer alıp Padişahı beklemektedirler. Birdenbire Yavuz gelir, lakin eski kıyafetiyle!... Vezirlerin korkuları dudakları patlayıp ak sakallı çeneleri gelincik çiçeğine döner. Aynı zamanda elçi de huzura kabul olunur. Devrinde dünyayı titreten Yavuz’un önünde korkudan iki büklüm bir halde durur. Mutad merasim ve konuşmadan sonra ise huzurdan çıkar. O zaman Yavuz vezirlere:

- İmdi varın, elçi beye sorun. Padişahımızın libasını nasıl buldunuz deyin!

Vezirler koşarlar ve bu suali elçiye tekrar ederler. Aldıkları cevap ise şudur;

- Ben şevketli hünkarı görmedim bile… Tahtının ayakları ucundaki yalın kılıç gözümü aldı, sadece onu gördüm.

Bu cevap Padişaha naklolunduğu zaman parmağı ile tahtın ayak ucunda duran kılıcı göstererek şöyle demiş;

- Hod bunun ağzı kestikçe küffarın gözü anda olup bizi görmezler ve libasımızı fark etmezler. Allah anın keskin olmadığı günü gösterme ki libas ve alayiş o güne mahsustur. Çünkü kafir gözü o zaman yerden kalkıp Al-i Osman Padişahlarına dikilir.

Mithat Sertoğlu
(Osmanlı Hükümdarlarının Kıyafetleri- Sayfa 1778)




Şanlı tarihimize renkli şahsiyeti ile karışmış, fakat bugüne kadar ismi çok az duyulmuş olan genç bir müslüman Hintlinin, Peşaverli Abdurrahman Somdani Bey'in hikayesini sunuyoruz...
- "Bu ne?"
- Bu para senin, güle güle harca.
Abdurrahman'ın gözleri dolu dolu olmuştu. Küçük yaştan beri hayran olduğu Osmanlı ülkesine gitmek istiyordu. Karşısına mükemmel bir fırsat çıkmıştı: Hindistan Müslümanları, Dr. Muhtar Ahmet Ansari'nin başkanlığında, Balkan Harbi içinde bulunan Türkiye'ye bir Kızılay heyeti gönderiyordu. Ama Abdurrahman'ın parası yoktu. Bu parayı babasından istemiş fakat oğlunun tahsilini yarıda bırakarak bu şekilde memleket dışına çıkmasına rıza göstermeyen babası ona para vermemişti. Bunun üzerine Abdurrahman ceketini satışa çıkarmış, arkadaşları da bunu birkaç defa satın alıp hem ceketini, kendisine geri vermişler hem de yol parasını sağlamışlardı.
Bu olay 1912 yılı Aralık ayının ilk günlerinde, sonradan Pakistan haline gelecek olan Hindistan'ın kuzey-batı bölgesindeki Peşaver kentinde geçiyordu. 22 Aralıkta İstanbul'a varan heyet büyük tezahüratla karşılanmış ve Çatalca hattına yaralılara hizmet için gönderilmişti.
Balkan Harbi bitince heyetin görevi de sona ermiş ve bir eksiğiyle Hindistan'a dönmüştü. Türkiye'de kalan heyet üyesi, Abdurrahman Bey'di. Aynı Abdurrahman Bey 10 yıl kadar sonra da Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi kararıyla Afganistan'a Türkiye Büyükelçisi olarak gönderilecek, Türk milletinin yabancı asıllı bir şahsa gösterdiği en büyük lütuflardan birine mazhar olacaktı.
Abdurrahman Bey daha okul sıralarındayken Türkler'e karşı büyük bir hayranlık ve sevgi duymuştu. Öylesine bir hayranlık ve sevgi ki kardeşleri Abdurrahman Bey'e «Turki Lala» yani «Türk ağabey» diyorlardı. Balkan Harbi patlak verdiği zaman Aligarh İslam Koleji'nde okumakta olan Abdurrahman, arkadaşlarını et yemeklerinden kesmeye teşvik ederek Türk yaralıları için bir yardım fonu kurmuş, zamanın İngiliz valisi Sir James Meston'un itirazına rağmen bu teşebbüsünü yürütmeye muvaffak olmuştu.
İşte bu sırada Hint müslümanlarının Türkiye'ye bir Kızılay heyeti göndermesi, bu genç Türk hayranına sevdiği memlekete gidip insanlarının arasına karışmak imkanını vermişti.
Balkan Harbi'ni Dünya Harbi takip etmişti. O devrin padişahı Sultan Reşat, Afgan Emiri Habibullah'a bazı kıymetli hediyeler göndermek istiyordu. Bu işe Rauf (Orbay) Bey'in başkanlığında bir heyeti görevlendirmiş, Rauf Bey de Afgan dilini iyi bildiği için Abdurrahman'ı yanına almıştı. Ama heyet üyeleri İran sınırında İngiliz kuvvetleri tarafından durdurulmuştu. Bu olay üzerine fena halde öfkelenen Abdurrahman, o sırada Hacca gitmek üzere İran sınırına yakın bir yerde toplanmış olan bazı Afganlıları silahlandırmış, önemli bir geçidi İngilizlere karşı 36 saat tutarak heyet üyelerinin esir düşmelerine engel olmuş ve çarpışma esnasında da yaralanmıştı.
Neticede Rauf Bey ve arkadaşları Afganistan'a gidemeyince Abdurrahman da onlarla beraber İstanbula dönmüştü. Bundan sonra Abdurrahman Bey, Rauf Bey'in yardımı ile Harb Okulu'na kaydolmuş, iki sene sonra da Türk ordusuna subay olarak katılmıştı.
Abdurrahman Bey mütareke yıllarını İstanbul'da gizlenerek geçiriyordu. Bir gün, genç Pakistanlıyı himayesi altına almış bulunan Rauf Bey, İstanbul Mebusan Meclisi'nin İngilizler tarafından dağıtılacağını ve bazı devlet adamlarının tevkif edileceğini haber almış, İngilizlerin eline esir düşmemesi için Abdurrahman'ı gizlice Anadolu'ya göndererek Kuva-yi Milliye'ye katılmasını sağlamıştı. Ertesi günü gerçekten İngilizler birçok devlet adamını Malta'ya sürmüşlerdi. Bunların arasında Rauf Bey de vardı.
Uzun boylu, yakışıklı ve cesur bir insan olan Abdurrahman Bey aynı zamanda çok zeki ve bilgili bir gençti. Milli Mücadele hareketine bu vasıfları ile de faydalı olmuş, muhaberat ve neşriyat işlerine bakmak için kurulan bir büroda çalışmıştı.
O sırada yeni kurulan Büyük Millet Meclisi Hükümeti bir yandan saldırgan kuvvetlere karşı savaşırken, bir yandan da bizi seven milletlerle diplomatik münasebetler kurmaya çalışıyordu. Türkiye'ye yakınlık gösteren devletler arasında Afganistan seçkin bir mevkiye sahipti.
Ankara'ya elçi gönderen devletlerin başında da yine Afganistan geliyordu. Bu güzel davranışı cevapsız bırakmak olamazdı. Nihayet bu memlekete bir elçi gönderilmesine karar verilince, ilk akla gelen insan Peşaverli Abdurrahman Bey oldu ve Büyük Millet Meclisi Hükümeti kendisini «Fevkalade Murahhas» unvanı ile Afganistan'a ilk Türk Büyükelçisi olarak yolladı.
Elçiliği sırasında Afganistan Kralı Amanullah Han kendisine çok iltifat etti, hatta ikametine, "Ayniül İmara" denilen ve prensliği zamanında oturmuş olduğu sarayı tahsis etti.
Abdurrahman Bey birkaç yıl sonra tekrar İstanbul'a dönünce yine Rauf Bey'in maiyetinde çalışmaya başladı. Rauf Bey ve Kazım Karabekir, 1924'te Terakkiperver Fırkası'nı kurmaya çalışıyordu.
Yakın çalışma arkadaşları arasında Abdurrahman Bey de vardı. Ancak 1925 yılının bir Mayıs gecesi Beşiktaş'tan Nişantaşı'ndaki evine dönmekte olan Abdurrahman Bey, üç meçhul şahıs tarafından tabanca ile vuruldu ve bütün çabalara rağmen Haziran'ın son günü hayata gözlerini yumdu.

20 Mart 2015 Cuma

Posted by uçan adam Posted on 11:14 | No comments

ESKİ TÜRK ÇADIRINDA NELER VARDIR?

1. tüynük/ tündük (toono). Evin hem bacası, hem de penceresidir. Genellikle bunun üzerine keçeden "tümüldük (örh)" örtülür. Tümüldük gece kapanır, gündüz açılır. Tümüldüğün tan çağında açılması gerekir. Geç kalan evlere halk arasında tembel gözüyle bakılır. 
2. endek/kütü (deever). Evin üstünü örten keçe kaplama. Bunu dışına "ak kösk (cagaan bürees)" denen kumaş örtülerek evin ak görülmesi sağlanır. Kara evler hizmetlileri gösterir. 
3. sırguk (bagana). Evin direği denen şey işte budur. Tündüğü yerinde tutar.
4. ok (un'). evin üst yapısını veren ağaç çıtalar. Alt uçları terim başlarına bağlanıp üst uçları tüynükteki yuvalarına yerleştirilir.
5. oçuk (golomt). Ot evin tam bu ortasında yakılır. İki sırık ortası ya da ocak üzerinden bir şey alınıp verilmez. Ocakta "tağan (tulga)" denen üç ya da dört ayak üzerine eşiç yerleştirilerek yemek ve çay yapılır.
6. tör (hoimori). Resimde bir yanlış var. Bu alçak masanın göründüğü yer evin iyesinin yeridir. Gelen erkek konuklar önem sırasına göre sağına doğru sıralanarak oturur. Sol yanı ise kadınların yeridir. Dolayısıyla bize göre sağdaki sırığın yanı evin eşinin ocağı idare ettiği yerdir. Yere oturmak için üzerine kalın iplerle iğne işlemesi yapılmış keçe "sırmak (şirees)" parçaları serilir.
7. terim (hana). Moğolca duvar anlamına gelen "hana" sözünün çoğulu olarak kanat dendiği de görülüyor. Evin çember yapısını bu ağaç ağlar verir. Evin büyüklüğü de 6, 7, 8 terimli biçiminde dile getirilir.
8. turdak (tuurag). Terimi kuşatan keçe örtü. Buradan "keçe turdaklı" sözü bozkırda göçebe olarak ve keçe evde yaşayan bütün halkları, "Türk turdaklı" ise göçebe olmakla birlikte yalnızca Türk olanları kasteder. Ak kösk burayı da kapsar.
9. serpme (üüd). Ağaç "kapı (haalga) bulunmadan önce girişteki açıklık bu ağır keçe parçası ile örtülürdü. Aynı gelenek günümüzde de sürmektedir. Türklerde kapı çift kanatlı olur ve gün doğumu yönüne bakar. Moğollarda ise kapı tek kanatlıdır ve artık güneye bakıyor. Buriad başkenti "ulaan-üüd=kızıl serpme" adı bu sözden gelir.
10. kapsa (hatavç). Giriş açıklığını veren ağaç dikmeler. Terimin iki ucu buraya birleştirilir. yine ak köskü dışarıdan kuşatıp tutturan baş (tolgoi), orta (dund) ve ayak (adak) kuşakları kapsaya bağlanır. kapsayı alt ucundan birleştiren ağaç parçaya "eşik (bosgo)" denir. üstten birleştiren parçaya ise "sunı (totgovç)" deniyor.

10 Mart 2015 Salı

Posted by uçan adam Posted on 02:47 | No comments

2015 İSLAM KÜLTÜR BAŞKENTİ ALMATI

    Kazakistan’ın eski başkenti, finans ve kültür merkezi Almatı 'İslam Kültür Başkenti' oldu.


Almatı kentinde düzenlenen uluslararası bir konferansta, şehir, 2015 yılının 'İslam Kültür Başkenti' olarak kabul edildi. Konferansa İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi ülkelerin kültür bakanlığı yetkilileri, İslami Eğitim, Bilim ve Kültürel Organizasyonu (İSESCO) temsilcileri, uluslararası örgütler ve din adamları katıldı.
Konferansta konuşma yapan Almatı Valisi Ahmetcan Yesimov, şehrin bu görevi başarı ile yapacağından kuşku duymadığını söyledi. Yesimov, İslam kentlerinde kültür mirası kutlamalarının düzenlenmesi ve İslam kültürünün teşvik edilmesinin amaçlanması dolayısıyla böyle bir değişikliğini yapıldığını anlattı. Yesimov ayrıca, Almatı’nın tarih boyunca bilim, sanat, edebiyat ve kültür merkezi olduğundan dolayı kültür başkenti seçildiğini aktardı.
Almatı’nın ekonomik, bilimsel ve kültürel açıdan son derece önemli bir şehir olduğuna da dikkat çeken Vali Yesimov, İslam kültürü açısından 2015 yılında şehir genelinde birçok farklı etkinlikler yapılacağını ifade etti.
Öte yandan, 1969'da kurulan İslam İşbirliği Örgütü'nün 2005'de başlattığı uygulama çerçevesinde Almatı, 'İslam Kültür Başkenti' unvanını başkent Bişkek’ten devraldı. Bu unvanı 2016 yılının Mart ayına kadar taşıyacak olan Almatı, bir yıl boyunca çeşitli etkinliklere ev sahipliği yapacak.
Kaynak: haberler.com

19 Şubat 2015 Perşembe

Posted by uçan adam Posted on 06:41 | No comments

TÜRK MİTOLOJİSİNDE TULPAR (UÇANAT)


Tulpar, Türk Mitolojisinde yer alan kanatlı at figürü. Pegasus ile benzerdir. Kırgızların Manas Destanında bu uçan kanatlı atlardan söz edilir.
· Arkeolojik olarak da Kazakistan'da keşfedilen Esik Kurganında bulunan Altın elbiseli adam isimli elbisenin başlığında tulpar figürü vardır.
· Tulpar'ın adı, Türk, Kırgız ve Altay mitolojilerinde geçer.
· Genelde beyaz veya kara (tek renk) bir at olarak betimlenir.
· Beyaz kanatları vardır ve Kuday (Tanrı) tarafından yiğitlere yardımcı olması için yaratılmıştır. Dünyanın en uzun destanı olan kırgızların manas destanında, Manas'ın ünlü savaşçılarının sürdüğü kanatlarıyla rüzgârdan hızlı koştuğu söylenen efsanevi atlar.
· Başkurt inançlarına göre kanatlarını hiç kimse göremez. Tulpar kanatlarını yalnız karanlıkta, büyük engelleri ve mesafeleri aşarken açar. Eğer birisi tarafından tulpar’ın kanatları görülürse, Tulpar’ın kaybolacağına inanılır. Tulpar adı yalnızca Türklerde değil komşu Avar, Lak, Andı, Dargı ve Tabasaran dillerinde de yaşamaktadır. Osetlerde Tolpar, Çeçenlerde Turpal olarak yer alır. Bir Kumuk atasözünde şöyle der:
· Tulpar yerün birevü buççağunda bulsa da, öz yılkısın tabar.
· (Tulpar dünyanın bir başka köşesinde olsa da, kendi sürüsünü bulur.)
· Tulpar efsanesinin günümüze etkileri,
· Moğolistan armasında bulunmaktadır.
· Kazakistan armasının sağ ve sol köşelerde birer tane Tulpar vardır.
· Kazakistanda bir hava yolu şirketi Tulpar ismini seçmiştir, Tulpar havayolları.(alıntı)

16 Şubat 2015 Pazartesi

Posted by uçan adam Posted on 04:16 | No comments

KEŞFEDİLMEYİ BEKLEYEN ÜLKE MOĞOLİSTAN

Geniş coğrafyasına rağmen seyrek nüfuslu bir ülke olan Moğolistan soğukla mücadele etmeyi biliyor. Şehirlerde yaşam biraz çileli ama kırsal kesimde insanlar doğayla iç içe yaşıyor. Ülkenin en küçük etnik grubunu oluşturan Duha Türkleri'nin yaşam kaynağı ise Ren geyikleri...
Yüzölçümü Türkiye'nin iki katı olan ülkede sadece 3 milyon kişi yaşıyor. Nüfusun yarısı da dünyanın en soğuk başkenti olan Ulanbator'da. Başkentte yaşayanlar şehrin stresi, hava kirliliği, trafikle boğuşurken, onlardan yaklaşık 1000 kilometre kuzeyde küçük bir topluluk, zorlu doğa şartlarında yaşam mücadelesi veriyor. Moğolistan'ın en küçük etnik topluluğu Duha Türkleri...
Türk adının geçtiği ilk Türkçe metin olan Orhun Yazıtları'nı bünyesinde barındıran Moğolistan, 600 kişilik Duha Türkleri'nin de vatanı. Duha Türkleri, ülkenin kuzeyindeki Huvsgul vilayetindeki Tsaagaannur'da yaşıyor. Vilayetin merkezi Mörön'ün girişinde, iki Ren geyiğinin bulunduğu bir tak sizi karşılıyor. 55 aileden oluşan 220 kişi daha kuzeyde olan taygalarda yaşamını sürdürürken, diğerleri kasabada yaşıyor. Hava sıcaklığı kış aylarında -30, -50 dereceleri buluyor. Ren geyiği yetiştiren ve onlarla birlikte yaşayan Duha Türkleri'ne Moğollar'ın verdiği isim ise geyik çobanı anlamındaki 'Tsaatan'. Duha Türkleri, Moğolistan'daki iki şamanist topluluktan biri. Unutulmaya yüz tutan Duhacayı daha çok yaşlılar konuşuyor, gençler ise Moğolca konuşuyor. Duha Türklerinin yaşam kaynağı Ren geyikleri... Sert kış koşullarına dayanıklı ren geyikleri onların yoldaşı olmuş. Ren geyiklerinden elde ettikleri ürünleri kullanıyorlar. Sütünden peynir yapıyorlar, boynuzlarından hediyelik eşya, derisinden de kışlık çizmeler... En son aşamada ise etini yiyorlar.
DUHA TÜRKLERİNİN BAHAR UMUDU
Duhalar, Ren geyiklerini turizmde de kullanıyor. Özellikle Avrupalı ve Amerikalı turistler taygalara gelerek, bir süre onların çadırlarında yaşıyor, geyik sağıyor. Yılda dört kez göç eden Duha Türklerinin toplam bin 600 Ren geyiği bulunuyor. 100'den fazla Ren geyiğini iki veya üç kişi güdebiliyor. Duha Türkleri, TİKA tarafından temin edilen 19 damızlık geyik sayesinde yeni bir geyik ırkı yetiştirecek. Tuva Özerk Cumhuriyeti'nden alınan geyiklerden 14'ü hamile. Altı ay sonra doğum yapacak olan geyikler, Duha Türkleri'nin Ren geyiklerinin genetik kalitesinin artmasını da sağlayacak.
REHBER BÜYÜKELÇİDEN TÜYOLAR
Moğolistan'da görev yapan Türk Büyükelçi Murat Karagöz Dışişleri Bakanlığı'na girmeden önce, üniversite yıllarında turist rehberi olarak çalışmış. Karagöz, 2,5 yıllık rehberlik tecrübesini bugün diplomaside kullanıyor. Moğolistan'a gelen dostlarının rehberliğini bizzat kendisi yapıyor. Bir yılı aşkın süredir Moğolistan'da görev yapan Karagöz, her geçen gün ülkeye ve geleneklerine dair yeni şeyler öğrendiğini söylüyor.
GÖÇEBE HAYATA TANIK OLUN
Karagöz, Orhun Yazıtları'nın, Gobi Çölü'nün, Karakurum Müzesi'nin ve Budizmin merkezlerinden biri olan Erdene Zuu Manastırı'nın görülmesi gereken yerlerden olduğunu söylüyor. Moğolistan'a gelenlerin mutlaka göçebe hayata tanık olmasını tavsiye eden Karagöz, ülkeyi gezmek için en az yedi ila 10 gün ayrılması gerektiğini anlatıyor. Ziyaret için favori zamanların Moğolistan bayramları olduğunu belirten Karagöz, "Gelenekleri gözlemlemeniz için iki bayram var. İlki şubat sonundaki Tsagaan Sar yani Beyaz Ay Bayramı ikincisi yaz aylarındaki Naadam Festivali... Festival güreş, okçuluk ve atçılık oyunlarından oluşuyor. Üç-dört gün sürüyor. Bütün Moğolistan ayaktadır o zaman. Stadyum büyüklüğünde bir sahaya bine yakın güreşçi çıkıyor. O güreşçilerin selamlama biçimleri, kıyafetleri, selamlama şarkıları, bunları yerinde görmeniz gerekir. Açılışında bir resmi geçit yapılıyor" diyor.
NE YENİR?
Sofrada mutlaka koyun eti bulunur. Tsagaan Sar'da sofranın değişmeyen zenginliği. Öne çıkan yemekleri mantıya benzeyen, kıyma yerine parça etle yapılan buuz ve çiğböreğe benzeyen khuushuur. Kışın sütlü Moğol çayı içiliyor. Ancak, bu çayın içine tuz, hatta bazı yerlerde et ve tereyağı atılıyor. Yaz aylarında ise kısrak sütü kımız tüketiliyor.
VİZESİZ SEYAHAT
Moğolistan'a 30 güne kadar olan ziyaretlerde vizeye ihtiyaç yok. THY, haftada üç kez uçuyor. Kırgızistan'ın başkenti Bişkek'te teknik bir duruş yapılıyor. Türkiye'den yılda üç bin yolcu Moğolistan'a gidiyor. Bunların büyük çoğunluğunu Türkiye'de eğitim gören öğrenciler oluşturuyor. Özellikle haziran, temmuz, ağustos ve eylül ayları turizm amaçlı kullanılıyor.

10 Şubat 2015 Salı

Posted by uçan adam Posted on 14:26 | No comments

Dünyanın bilinmeyen 7 harikası

Dünyanın mimari harikalarından olup da fazla bilinmeyen yapıları hangileridir?
Bunu belirlemek için Quora adlı anket sitesine başvurduk. İşte gelen yanıtlar…
Büyük Cenne Camii – Mali: 1907’de inşa edilen cami dünyanın en büyük kerpiç binası. Sudan’dan Atlantik sahiline kadar uzanan kuşaktaki en başarılı mimari yapılardan biri olarak görülen cami, 1988’de UNESCO’nun Dünya Mirası listesine alındı. Kurak mevsimde çatlayan kerpiç duvarlar, her yıl ilkbaharda yapılan bir festivalle halk tarafından kille sıvanır. Bina yüzeyinde görülen ahşap çıkıntılar bu tamirde iskele amacıyla kullanılır.
Parlamento Sarayı – Romanya: Dünyanın en büyük, en pahalı ve en ağır idari binası Bükreş’te bulunuyor; ama pek fazla bilinmiyor. Romanya’nın eski lideri Nikolay Çavuşesku tarafından 1984’te yaptırılan bina 12 katlı. 3100 odalı bina 330 bin metre karelik bir alanı kaplıyor. 3,3 milyar Euro’ya mal olan binayı yapmak için 30 kilise ve sinagog ile 30 bin konutun yıkıldığı söyleniyor. Binanın halıları inşaat sırasında içeride dokunup serilmiş.
Derawar Kalesi – Pakistan: Çöl ortasındaki kale, kare şeklini oluşturan 40 burçtan oluşuyor. 30 metre yüksekliğindeki burçların toplam çevresi 1500 metreyi buluyor. Ülkenin zor ulaşılır bir köşesinde yer alan kaleyi birçok Pakistanlının dahi bilmediği düşünülüyor.
Chand Baori – Hindistan: Ülkenin kuzey batısındaki Racasthan bölgesinde yer alan bu ilginç yapıda basamaklarla büyük bir su kuyusuna iniliyor. 13 kattan oluşan basamaklarla 30 metre derinliğindeki kuyuya iniliyor. Toplam 3500 basamaktan oluşan simetrik merdivenlerle inilen kuyu 800-900’lü yıllarda bir Hint kralı tarafından yapılmış.
Mostar Köprüsü – Bosna-Hersek: Mostar şehrinden geçen Neretva Nehri üzerinde 1566’da Osmanlılar tarafından inşa edilen köprüyü Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayreddin yaptı. Köprü için 456 taş kullanılmış. 4 metre genişliğinde, 30 metre uzunluğunda ve 24 metre yüksekliğindeki köprü İslam mimarisinin Balkanlar’daki en çarpıcı örneklerinden biridir.
1990’larda Bosna savaşı sırasında Bosnalı Sırplar ve Hırvatlar tarafından yıkılan köprü savaştan uzun bir süre sonra tamir edilerek yeniden kullanıma açıldı. Köprünün yeni hali eskisine göre farklılık gösterse de bölge halkı köprüyü nehrin buzlu sularına atlamak için kullanmaya devam ediyor.
Büyük Hint Seddi – Hindistan: Büyük Çin Seddi’ni herkes duymuştur ama Hindistan’da da benzer bir yapının olduğunu çok az kişi biliyor. Çin’dekinin ardından dünyanın en uzun ikinci duvarı. Racasthan eyaletinde yer alan 36 km uzunluğundaki duvarın kalınlığı kimi yerde 4,5 metreye kadar ulaşıyor. 1443’te inşa edilen duvar 19. yüzyılda uzatılarak bölgedeki 360 tapınağı korur hale getirilmiş.
Şeyh Lütfullah Camii - İran: İsfahan kentindeki bu cami Sefevi dönemi mimarisinin şaheserlerinden biridir. 1603-19 yılları arasında Şah Abbas döneminde inşa edilen caminin ilginç yanı minaresinin ve avlusunun olmamasıdır. Şahın haremindeki kadınların ibadeti için inşa edilmiştir.
(Kaynak BBC)

9 Şubat 2015 Pazartesi

Posted by uçan adam Posted on 05:57 | No comments

3. ALTIN AT KIŞ ŞÖLENİ

Ardahan-Çıldır Altın At Uluslararası Kış Şöleni
Kırıgız ekibin Kökbörü Oyunu, Rahvan At yarışından kareler

Ardahan Valiliği ile Geleneksel Spor Dalları Federasyonu tarafından bu yıl üçüncüsü düzenlenen "Çıldır Altın at Kış Şöleni" buzla kaplı Çıldır Gölü üzerinde yapıldı



 ARDAHAN - Çıldır ilçesinde, Ardahan Valiliği ve Geleneksel Spor Dalları Federasyonu tarafından düzenlenen "3. Çıldır AltınAt Kış Şöleni", yaklaşık 50 santimetre kalınlığında buzla kaplı Çıldır Gölü üzerinde yapıldı.
Ardahan Valiliği ile Geleneksel Spor Dalları Federasyonu tarafından, bu yıl üçüncüsü düzenlenen "Çıldır Altın At Kış Şöleni", 50 santimetre kalınlığa varan buzla kaplı Çıldır Gölü'nde gerçekleştirildi.


Şölende, Kars Selim Doğanpınar Cirit Kulübü ile  Van'ın Erciş ilçesi Ulupamir Mahallesi'nden gelen Kırgızların atlarla yaptığı "Buzkaşi" (post kapmaca) yarışı, büyük ilgi gördü. Karlı ve buzlu zeminde okçuluk müsabakalarının da yer aldığı yarışmalar sırasında, bazı atlar buz nedeniyle kayarak düştü.


Ardahan Gençlik Hizmetleri ve Spor İl Müdürlüğü Güreş Takımı'nın da Kar üzerinde gösteri yaptığı şölende, Vali Ahmet Deniz, atlı kızağa binerek Göl üzerinde gezdi. 
Gezinti sonrası açıklamada bulunan Vali Deniz,  Ardahan'ın önemli etkinliklere imza attığını belirterek, ilin kalkınması için bölgenin güzelliklerinden istifade edilmesi gerektiğini, bu nedenle Çıldır Gölü üzerinde böyle bir etkinlik yapıldığını söyledi.
Çıldır Gölü'nün turizm amaçlı önemli bir potansiyel olduğunu ifade eden Deniz, "Ülkemizin bu büyüklükteki gölü bizim için çok önemli bir değerdir. Çıldır Gölü, 145 kilometrekare alana sahip, yaklaşık 50 santim kalınlığında donan ender yerlerden birisidir. Bugün bu etkinliği yapmamızdaki tek neden ve tek amaç bu değeri sadece Türkiye’ye değil, bütün dünyaya duyurmaktır, tanıtmaktır. İnşallah bunlarla başarmış olacağız" diye konuştu.
Ardahan Belediye Başkanı Faruk Köksoy da bu tür etkinliklere gerekli desteğin, bölgenin geleceği için verildiğini söyledi.
Konuşmaların ardından yarışmalarda dereceye giren sporcu ve takımlara ödülleri verildi. (AA) - Ardahan

Fotoğraf: Faruk Kral

Posted by uçan adam Posted on 02:37 | No comments

DUNGAN MÜSLÜMANLARI

BİŞKEK - Dunganlar kimdir denildiğinde, birçoğumuzun vereceği bir cevap yoktur aslında! Oysa onlar Avrasya'nın en ilginç topluluklarından. Babaları Arap, anneleri Çinli olan Dunganlar, bugün fazla bilinmeseler de Sovyet döneminde inançlarından taviz vermeden yaşamayı bilen bir halk. Muhammed, Rahima, Ferit, Nesibe, Zeynep, Hüseyin, Amina, Fatima... Ne kadar tanıdık isimler değil mi bunlar? Bu isimlere Orta Asya'nın göbeğinde, tarihi İpek Yolu boyunca uzanan köy ve kasabalarda rastlayınca insan daha bir şaşırıyor. Çekik gözleri, tevekkül gamzeli simalarıyla bizi karşılayan bu insanlar, Çinli Müslümanlar. Kendilerine "Dunganlar" deniyor. Kırgızistan'ın Çin sınırına yakın bölgelerinde yaşıyorlar. Resmi verilere göre bu ülkedeki sayıları 60 bini buluyor. Asıl yoğunluk ise Çin'de. Nüfusları hakkındaki rivayetler ise muhtelif. Dunganların Çin'deki sayısı için 7 milyon rakamını telaffuz eden de var, 100 milyon diyen de...

Bazı kaynaklarda "Döngen", bazılarında "Tungan" diye anılan Dunganlar, Arap-Çin evlilikleri sonucu ortaya çıkmış bir toplum; babaları Arap, anneleri Çinli... En önemli özellikleri ise dinlerine olan bağlılıkları... Komünizmin en sert yaşandığı, din üzerinde büyük baskıların olduğu Sovyet döneminde bile inançlarından, ibadetlerinden ve yaşam tarzlarından taviz vermemişler. Bugün, Kırgızistan'da yaşayan Dunganların yaklaşık yüzde 30'u, başkentin kuzeydoğusundaki Tokmok'ta ikâmet ediyor. Tokmok, meşhur Türk bilginlerinden, Kutatgu Bilig'in yazarı Yusuf Has Hacip'in de yaşadığı bölgede bulunan tarihî bir şehir. Bir rivayete göre Hacip'in mezarı da burada. Türk dünyası için manevi anlamı büyük Tanrı Dağları'na sırtını yaslayan Tokmok'ta Yusuf Has Hacip adına bir müze de bulunuyor.

Dungan Camii


Ramazanda fotoğraf çektirilmez!

Muhammed Bakizof Dunganlardan biri. Bişkek'te minibüsle taşımacılık yapıyor. Kendisini, evinin önünde minibüsünün bakımını yaparken buluyoruz. 1960'ta babasıyla birlikte Çin'den gelmişler. Ona göre Dunganların bir memleketi yok. Başkent'te market işleten ikiz kardeşler Nadiya ve Tahmina Salihar da birer Dungan. Ancak, onlar Bişkek doğumlu. Henüz Çin'e gitme fırsatı bulamadıklarını söyleseler de evleri tipik Çin mimarisini yansıtıyor. Çin'den buraya göç eden babalarının isteğiyle evlerini bu şekilde inşa ettiklerini anlatıyorlar.

Salihar kardeşlerle konuşurken bu kez Hüseyin Hüseyin yaklaşıyor yanımıza. 71 yaşındaki Hüseyin Dede, Çin'de doğmuş. 1963'te Kırgızistan'a göç ettiğini belirterek, "Bizi buraya davet ettiler. Geldik ama akrabalarım Çin'de. Zaman zaman gidip geliyorum." diyor. Hüseyin Dede hacca da gitmiş. Atalarının sahabeler olduğunu söylüyor. Fakat, ayrıntılı bilgiye sahip değil bu konuda.









İslam'la ilk temas

Tokmok şehir merkezindeki Dungan pazarında satıcıların çoğunu, diğer Orta Asya şehirlerinde olduğu gibi kadınlar oluşturuyor. Özellikle yaşlı olanları, fotoğraflarının çekilmesini istemiyor. Hatta, içlerinden biri "Bugün ramazan, ramazanda fotoğraf çektirilmez" diyerek bizi uyarıyor.

Bişkek TİKA Program Koordinatörü Dr. Fahri Solak, Sovyetler döneminde birçok topluluğun baskılardan etkilenirken onların dik durduğunu belirtiyor. Fahri Solak'a göre Dunganlar, çalışkan, suça bulaşmamış ve komşularının kendilerinden emin olduğu bir topluluk...

Tarihî kaynaklara göre Çin'in İslam dünyasıyla teması, İslamiyetin Arabistan Yarımadası dışına yayılma devri olan 7. yüzyıldan itibaren başlıyor. İslamiyetin Çin'e ilk girişi konusundaki rivayetler muhtelif; ancak yaygın görüşe göre ilk temasın 651 yılında başladığı noktasında görüş birliği var. İslamiyetin Çin'de yayılışıyla ilgili kaynaklarda üçüncü halife Hz. Osman tarafından gönderilen bir elçinin 25 Ağustos 651 tarihinde Tang Hanedanı'nın başkenti Chang-an'a ulaştığı kaydediliyor. Çinli Müslümanların kabul ettiği bir menkıbe ise İslam'ın Çin'de ilk olarak Aşere-i Mübeşşere'den (Cennetle müjdelenen on sahabi) olan Sa'd bin Ebi Vakkas tarafından tanıtıldığı, hatta onun mezarının da Kanton şehrinde olduğu şeklinde.

Çin kültürünün izlerini taşıyorlar

O devirde dünyadaki iki büyük imparatorluktan biri olan Çin ile Abbasiler, ilk kez 751 yılındaki Talas Savaşı'nda karşı karşıya gelir ve büyük mücadele sonunda Çin ordusu mağlup olur. Tarihi kaynaklara göre, bu savaş sonrası Orta Asya'daki Çin nüfusu büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Bu savaştan sonra her iki tarafın esirleri, götürüldükleri ülkelere katkıda bulunur. Çinli esirler, Araplara kağıt yapımını öğretirken, Arap savaş esirleri serbest bırakılmalarından sonra Çin'de ticarî hayata atılır.

Talas Savaşı'ndan dört yıl sonra bir isyanı bastırmak için Çin hükümdarı, Abbasi Halifesi Ebu Cafer El Mansur'dan yardım ister ve bir ordu Çin'e gönderilir. İsyanın bastırılmasından sonra Tang hükümdarı Sutsung Müslüman askerlerin istedikleri kadar ülkesinde kalabileceğini ilân eder. Bu teklif üzerine askerlerin bir kısmı Çin'in farklı bölgelerine yerleşir. 760 tarihinde yapılan bir nüfus sayımına göre isyanın bastırılmasından üç yıl sonra Çin'in Chang-an bölgesinde 4 binden fazla Müslüman aile yaşıyormuş.

Bu ailelerin etkisiyle Çin'de İslam kültürü hızla yayılmaya başlar. Bazı Müslümanlar Çinli kadınlarla evlenir ve böylelikle iki ırk ailevi olarak da yakınlaşır. Tarihçiler bu noktadan sonra aradaki ilişkiyi tanımlarken ilginç bir noktaya temas ediyor: "İslam ülkelerinden Çin'e gelen Müslümanlar, hoşgörülü Çin kültürü, cazip hayat şartları, idarenin müsamahası ve kârlı ticaret gibi sebeplerle nesiller boyunca yavaş yavaş Çinlileşmişlerdir. Giyim kuşam ve günlük yaşayış olarak onlara benzemişler, sadece dini inançları ve ona bağlı olarak yemek alışkanlıkları sabit kalmıştır."

Bu tespitleri, günümüzün Çinli Müslümanlarının hayat tarzlarına bakarak test etmek mümkün. Bişkek ve çevresinde yaşayan Dunganlarda görüntü ve hayat tarzı olarak Çin kültürü hakim. Camilerdeki mimariden, fiziksel görüntülerine kadar yoğun bir Çinlileşme söz konusu. Kırgızistan'daki Dunganlar, anavatan olarak gördükleri Çin'e sürekli gelip gidiyor. Ancak kökenlerini unutmayan Dunganların özellikle varlıklı olanları evlerini inşa ederken Arap tarzını kullanmayı ihmal etmiyor. Soy isimler genelde Çin isimlerine benzese de, isimleri büyük çoğunlukla Arap isimlerinden oluşuyor. Örneğin, Muhammed, Nesibe, Zeynep, Hüseyin, Amina, Fatima en çok karşımıza çıkan Dungan isimleri.

Çinli Müslümanların nüfusu hakkındaki bilgiler de son derece çelişkili. Rakamlar, 10 milyondan başlayıp 100 milyona kadar ulaşıyor. Mesela 1936 yılında Çin'deki bir nüfus sayımında Dunganların 47 milyonu aşan bir nüfus oldukları tespit edilmiş, yani o zamanki Çin nüfusunun yüzde 10,5'ine tekabül eden bir rakam bu. 1965'ten bu yana ise Çin resmi makamları bu nüfusu 10-20 milyon arasında gösteriyor. Günümüzde Çin hükümetleri, inanç hürriyeti gerekçesiyle insanların dinî tercihlerini kayıtlara geçirmekte isteksiz davranıyor.

Çinliler yavaş konuşursa anlıyoruz

Bazı Müslüman yazarlara göre özellikle doğum oranının Müslümanlar arasındaki yüksekliği de dikkate alınarak, Dunganların Çin'deki toplam nüfusunun 70-100 milyon arasında olduğu öne sürülüyor. Bu hesaba göre, Dunganları yeryüzündeki en kalabalık Müslüman topluluklardan biri kabul etmek bile mümkün. Dunganların büyük çoğunluğu Hanefi mezhebine bağlı ve Sünni inanç çizgisinde. 

Kırgızistan'da yaşayan Dunganların bu ülkeye gelişi 1960'lı yıllara rastlıyor. O dönemde Sovyet toprağı olan Kırgızistan'a yerleşen Çinli sülalelerin, neden geldikleri konusunda farklı bilgiler var. Bunlar arasında en yaygın rivayet, Dunganların çok iyi bildikleri tarımı Kırgız milletine öğretmeleri için Sovyet hükümeti tarafından getirildiği yönünde. Bugün Dunganlar, Kırgızlara tarımı öğreten kavim olarak tanınıyor. Halen büyük çoğunluğu da geçimini tarım üretimiyle sağlıyor. 

Bişkek'te ziyaret ettiğimiz Çinşaylo ailesinin yaşadığı mekanın Anadolu'da yüzlercesine şahit olduğumuz köy evlerinden bir farkı yok: Büyük bir bahçe, Anadolu'da "hayat" diye tabir edilen bir açık alan, kenarda divanlar ve yer minderlerinden oluşan odalar. Evin büyüğü Zeynep Nine, 68 yaşında ve Tokmok'ta dünyaya gelmiş. Babası İkinci Dünya Savaşı'na Sovyetler Birliği'nin saflarında katılmış ve bir daha geri dönmemiş. Evin amcası Şerba Çinşaylo ise Dungan tarihi ile yakından ilgileniyor. Araplarla Çinlilerin ilk münasebetlerinin 600-700'lü yıllara dayandığını, iki ırk arasındaki evlenmeler sonunda Dunganların ilk kez 11. yüzyıldan itibaren ortaya çıktığını söylüyor.

Dunganların kendilerine özgü, 'Dunganca' denilen ve daha çok Çince'yi andıran bir dilleri var. Şerba Çinşaylo, "Çinliler yavaş konuşursa onları anlayabiliyoruz; ama hızlı konuşurlarsa anlamıyoruz." diyerek iki dil arasındaki benzerliğe vurgu yapıyor. Babaları Arap olmasına rağmen kendi dillerinde Arapça'dan hiç iz kalmamasına hayıflanıyor.

Dunganlar halen bulundukları bölgelerde toplu yaşamayı tercih ediyor. Bu açıdan ülkenin farklı bölgelerinde birçok Dungan köyü var. Şerba Çinşaylo, birlikte yaşama gerekçesini Çin'den gelen atalarının sülaleler halinde göç etmesiyle açıklıyor. Memleketlerinden akrabalarıyla birlikte ayrılan Dunganlar burada da aynı geleneği sürdürüyor. Dunganların ziraat konusundaki becerileri ise tartışılmaz. Şerba Çinşaylo, "Kırgızlar sadece yemeyi bilir. Biz olmasak aç kalırlardı." diyerek bu konudaki iddialarını ortaya koyuyor. Onun bu sözleri, Sovyet yönetiminin Dunganları ziraat becerisi için istediği yönündeki bilgileri de destekliyor.

Çinşaylo, Sovyetler döneminde yaşadıkları sıkıntıları da daha dün gibi hatırlıyor. İbadetlerini gizli yaptıklarını ama asla bırakmadıklarını özellikle vurguluyor. Sovyet makamlarından nasıl gizlendiklerini ise "Bizim büyüklerimiz şehirde fakirler için evler kiralardı. O evlere gariban insanları yerleştirirdik; ama aslında buraları ibadethane gibi kullanırdık. Fakirler orada kalırdı, biz de o evlerde toplanıp namazlarımızı yine topluca kılardık. Camiler yasaktı ama biz de kiraladığımız evleri cami gibi kullanır ve yetkilileri böylece atlatırdık. O dönemde namazlarımızı cemaatle kılabilmek için bile çeşitli formüller üretirdik." sözleriyle anlatıyor.



ÇİNLİ MÜSLÜMANLAR İÇİN KARDEŞLİK TURLARI

Bugün 20 milyondan fazla Müslümanın yaşadığı Çin topraklarında, ilk cami hicretin 60. yılında yapılmış. Çin'in imparatorluk başkenti Şian, İslamiyet'in de ilk yayıldığı ve yaşandığı beldelerden biri. Çinli Müslümanların anlattığı rivayetlere göre Çin'de sahabe ve tâbiîn'e ait mezarlar var. Bunlardan biri de Peygamber Efendimiz'in cennetle müjdelediği on sahabeden biri olan Sa'd bin Ebi Vakkas. Çinliler kendi ırklarını 'Han' olarak söylüyor. Han ırkından olup da İslamiyet'i seçenlere Dangxiong yani Dongan deniyor. Bu tabir dönüş anlamına geliyor. Bu açıdan Döngen veya Dungan-Tungan olarak da kullanılıyor. Çin'de on ayrı milletten Müslümanlar yaşıyor. Tatarlar, Uygurlar, Moğollar, Hanlar, Kazaklar, Tacikler, Özbekler, bunlardan bazıları. Bu çeşitlilik sebebiyle Çin'deki Müslümanlar her yıl düzenlenen kardeşlik turlarına konu oluyor. Dünyanın değişik yerlerindeki Müslümanlar, Çin'deki din kardeşleriyle görüşebilmek için Pekin ve Şian'a sıla-ı rahim turları (kardeşlik turları) yapıyor. İngiltere, Singapur, Malezya ve Orta Asya cumhuriyetlerinden de bu turlara ciddi bir ilgi var.

(Kaynak:Aksiyon)
  ©   Sağ Tıklama Engeli